10.09.2010
Sevgili günlük,
Bugün yazdıklarım canımı acıtmasın istedim, dokundum kaleme, kokladım kâğıdı. Derinden bir sancının eşiğindeydim yine.
Tuttu, sardı bedenimi.
İçten içe kızdım kendime, anneme, şehre…
Düştü iki satır şairin dilinden defterime;
“Hadi bitsin artık! Bitsinde biz işimize bakalım.” A.c.z
Ve dayanamadım yine, anımsadım bir şeyler;
Ne çok acı var…
Dışarıda şehir çığlık çığlığa, biz içeride sabun köpüğüyle oynuyoruz, olacak iş değil!
Bilmiyorum ki ne anlatayım?
Şehre olan kızgınlığımı mı?
‘Düzen’ denen meretin düzensizliklerini mi?
Birikenleri mi, hiç birikmeden silinenleri mi?
Annemi mi?
Adını ağzıma yakıştıramadığım, şehrimin kötü kadınları ve diğerleri bu gece günlüğüme, inatla yazılmayı beklediler benden…
Ya, bunlara hiç girmemeli sadece saklı kalmış bir hikâyeyi mi yazmalıyım?
Mide ağrılarıma eklenen çocukluk anılarım, ansızın gidişlerim, gidemeyişlerim, geri dönüşlerim…
Yabancısı olduğum şehirler, kafamı kaldırdığımda başka bir gökyüzü görmekten korktuğum günler…
Sabahın ilk ışıklarıyla valizimi toplamaya başladım. İşte yine gidiyordum, sessiz, sakin, kimseye bir şey söylemeden, anneme gider gibi bir heyecan ki; dilimde, göğsümde, en içimde…
Ya nereye gidiyordum, kime?
Çok geçmeden, birkaç parça giysi, okumayı deli gibi istediğim lakin cesaret edipte başlayamadığım bir düzine kitap, her gidişimde sayısı artan günlüklerimle dolan yarı sağlam valizim, olmazsa olmazım; sevgili sırt çantam ve ben yola koyuluyoruz.
Diyor ya adamın biri; “İhtiyaçlarını ne kadar azaltırsan o kadar hür olursun.”sahi öyle mi ki gerçekten?
Kahverengi; dizlerime kadar gelen paltom, aynı renk botlarım ve koyu renkli bir şal dolayarak başıma çıkıyorum evden.
“Aklımın ardından gidiyorum bugün, canı isterse arkamdan gelir insanların takdiri!”
Tıkış tıkış bir otobüs, her zamanki gibi! Oturmak ne mümkün? Mecbur yüklendiğim eşyalarla kenarda bir yerlere sıkışıyorum, milim milim ilerliyoruz. Yol hesabı yaparcasına… Birileri bana mı bakıyor, gidiyor muyum ne? “Ah evet yolcuyum da birazdan.” “ Nereye mi?” “Bilmem.” “Boş ver” diyor birileri, “Bilmemek en iyisi” sahi.. Ben bu düşünceler içinde yol alırken irkiliyorum otobüsün hengâmesiyle;
Birilerinin kavgaları hiç mi bitmez yahu!? İneceği durağı kaçıran adam bas bas bağırıyor;
-“Kaptaaaaaannn! Arka kapı kaptaaaann!!!” Kaptan da ne kaptan, sanki dünden bu çığlığı bekliyormuş gibi aynı ses tonuyla yanıtlıyor;
-“Durağı geçmeden bas düğmeye be adam, sana mı çalışıyor belediye!” Konuşmasından Doğulu olduğunu düşündüğüm bir teyze oturduğu koltuktan yakarmaya başlıyor;
-“Aman oğluuuumm, kavga etmeyin gözünü sevem, gurbaaann, heç sıze yakışmiyi.” Bu sefer otobüsteki kırkı aşkın kafa bu sesi duymayı bekliyormuş gibi aynı yöne dönüyor ve yeni bir yakarma bekliyor.
…
Daha fazlasını duymaya tahammül edemeyerek, inmem gereken duraktan önce iniyorum, yürümeye başlıyorum. İnsanlar ne de telaşlılar. Herkes koşturuyor, işine, eşine, okuluna, evine, canının istediği yere. Ben nereye gidiyorum bugün? Bir elimde bilgisayarım, bir elimde valizim, kendime kalırcasına yolcuyum, yollardan arta kalan bir hevesle.
Bindiğim vagonda kimler olmalı bu sefer? Yaşlı bir teyze oturmalı mı karşıma? “Ne işin var kız başına burada!” der gibi incitircesine ve yanıma; üç çocuklu, elleri eşya dolu, susmak bilmeyen sarı saçlı kokoş bir kadın meselâ. Tam karşımaysa; özenti mi entel mi yoksa sahiden orijinal mi olduğunu çözemediğim, saçları benimkinin üç katı kadar bakımlı, delik olmayan kulaklarıma nispet yaparcasına üçer beşer delinmiş kulaklarıyla hoppa bir tip. Yanına aldığı, içine beni koysa, bir tane daha sığacağım bir sırt çantasıyla üretimden yeni çıkmış bir genç adam!
***
Yol ilerledikçe anılarım artıyor, çantama koyacak defterlerim…
Yanımdaki kadının çocukları susmak bilmiyor, annelerine mi çekmişler ki! Genç adamın surat ifadeleri tam karikatürlük, her birini çiziyorum tek tek, biter mi yol başka türlü? Yaşlı teyze umulmadık şeyler çıkartıyor sır gibi çantasından. Uğraşıyor, uğraşıyor, sonra ilk kez görüyormuşçasına tekrar tekrar uğraşıyor. Zaman kazanıyor hayattan.
Vakit gece yarısına doğru ilerliyor. Vagonda tek uyanık benim. Çıkarıyorum günlüğümü sıkıştırdığı yerden anılarımı. Dökülmeye başlıyorlar kaldıkları yerden. Yazıyorum, yazıyorum, kalem tükeniyor ve ben yeni bir deftere başlıyorum. Ne yazacaklarım bitiyor, ne yaşayacaklarım. Arta kalan zaman, beni şehrimin kollarından çekip almış olmanın gururunu yaşıyor. Susturamıyorum, dokunamıyorum, laf edemiyorum. Anneme kalmak istiyorum, kaldığım yerinden çocukluğumun…
Günün ilk ışıklarıyla tren yeni bir istasyona yaklaşıyor. Bizim genç ayaklanıyor. İki dakikaya kalmadan pılını pırtını toplayıp iniyor ve gözden kayboluyor. Yaşlı teyzenin söyleyecekleri çok tabii. Başlıyor sıralamaya. “Yok, yoookk bu zamane gençliğinden bir nane olmaz! Neymiş efendim gençlermiş, kafaları yoğunmuş, kimse onlara ses etmeyecekmiş! .Oooolldu!!! Anam biz onların yaşında üç çocuk doğurur, iki aileye reislik yapar, askere giden kaynımızın avradını da, uşağını da sahiplenirdik. Ah bilmem ne olacak bunlara. Akşamlara kadar cirit atarlar sokaklarda, akşam sızlanmaya başlarlar. Aman efendim aman karışmam zaten ben kimsenin işine, ne halleri varsa görsünler. Ne dil ederim, ne de göz! Hıhhh!!!”
Şaşkınlığımı gizleyemeden bakıyorum teyzeye. Ağzımı açmama fırsat vermeden dik dik bakıyor gözlerime. “Hele senden hiçbir nane olmaz!” der gibi. Susuyorum zira söyleyecek bir şey kalmıyor bana. Çok geçmeden koca bir çığlıkla irkiliyorum. Oda nesi!? Yanımdaki kadının küçük oğlu kusuyor, kadınsa çığlık çığlığa. Yardım etmek için el atıyorum, kadının çığlıkları ikiye katlanıyor. “Aman aman istemez! Sen bulaştırma elini kolunu, ben hallederim!” diyor. Bir kez daha neye uğradığımı şaşırarak; “Aman be! Canıma minnet. Sanki çok meraklıyım kusmuklu oğlunu tutmaya.” Diye geçiriyorum içimden.
Aradan saatler geçiyor, uyuyamadığım saatler…
Zihnim karman çorman.
Kendime izin vermeliyim biraz. Evet, buna inanıyorum. Uyumak ve dahi uyanmamak istiyorum. Sonra, sonra kızıyorum kendime. Yapacağın çok şey var evlat! Yanına gideceğin, belki anılarına, kayıplarına, yaralarına çare olacağın bir bilge adam var. İhtiyar bir bilge adam. Büyüyeceksin daha hem. Çok büyüyeceksin. Anneni kaybettiğin günkü kadar, belki çok daha fazlasını öğreneceksin. Bazen içimdeki sesin her şeyi çok bildiğini hatta gereğinden fazla bildiğini düşünerek ona “sen koca bir ukalasın!” diyesim geliyor. Diyemiyorum, çünkü haklı. İçimdeki gevezeyi susturmayı başarıp kafamı yaslıyorum cama ve uyumak için direniyorum. Biraz hürriyet, kafamdaki zihniyete! Hürriyet istememekse…
Ve saatler sonra uyandığım uykunun mahmurluğuyla ilkin fark etmiyorum nerede olduğumuzu. Gözlerim adam akıllı attığı vakit kendisini dışarıya, sıçrıyorum yerimden anlamsızca.
“Burası!” diyorum. Neresiyse artık. Adından çalma eski bir şehir…
Sırtlanıyorum çantamı, elimde sıkıca tuttuğum hazinem, yazdıklarım ve valizim. İniyorum sessizce. Bir bekleyenim var gibi. Birileri beni heyecanla bekliyor gibi.
“Evet evet işte orada, tam karşıda, bak oda etrafına bakınıyor.” Cinsinden bir arayışa giriyorum. Koca istasyonda bir aşağıya iniyorum bir yukarıya. Yahu ben ne yapıyorum!? Fazla sürmüyor bu arayışım. Şehrin içerilerine doğru yollanıyorum arkamdaki yoğun insan kalabalığı tarafından. Aklımda o zarif şairin dizeleri;
“Ve o zaman daha önce hiç bu kadar büyüdüğünü görmediğimi düşündüğüm yalnızlığım!” a.c.z.
Etrafımdaki onlarca insan koşuşturuyor. Valizini sırtlanıp gidenler, sarılıp koklaşanlar, henüz gelmeyen yakınlarını bekleyenler ve ben. Ne yol biliyorum, ne yordam. Kime ne sormalıyım ki beni bilgeye götürsün, ihtiyar bilgeye... Kime nasıl tarif etmeliyim? “Aksakallı delikanlı” mı demeliyim, yoksa bana annemi anlatacak adam mı? Ya da hiçbir şey dememeliyim. Ki kime ne diyeceğim. Of yine çok konuştu içimdeki ses. Bi’ sus ya, bi’ sus!
Hey sen!
Bilge ihtiyar.
Gelip bul artık beni..
***
Bir çırpıda yolun karşısındaki taksiye atlıyorum. Ve yeni bir şehrin sokaklarında kendime, öğreteceklerime, yaşayacaklarıma ve içimdeki ukalanın dediği gibi öğreneceklerime merhaba diyorum.
Buna büyümek de dense keşke. Diyemiyorum. Yol uzun sürmüyor. Taksiden nezaketle indiriliyorum. İçimde bir dinginlik ki neye delalet bir bilsem..
Hızlı hareketlerle otele giriyorum ve birkaç dakika sonra odamda o saatlerdir hayalini kurduğum uykunun içinde buluyorum kendimi.
Ve aradan saatler geçmiş oluyor ben gözlerimi bu yabancı şehre açtığımda. Siyah iplik beyaz iplikten ayrılıyor bu vakitte, insanların birbirlerine hakları oluyor, en az annenin evladına olduğu kadar…
Bu şehri sevmek istiyorum ki bu şehre hakkım olsun, en az yerlisi kadar.
Bilgeyi görmeliyim bir an önce. Hiçbir dakikasını kaçırmamalıyım bu şehrin. Yaşamak diyorum kendi kendime, ne büyük sanat!
Yeniden düşüyorum bu tanımadığım şehrin yollarına. Uzun uğraşlar sonunda bilgenin kapısındayım işte. Utana sıkıla kapı tokmağına vuruyorum. İçimde bir deli heyecan. Ki kim bilir, kimdir gelen? Nedir ki derdi çıkmış gelmiş? Ne bekler hayattan? Kimler vardır heybesinde, neleri saklamıştır ceplerinde…?
Kapıyı on üç on dört yaşlarında bir kız açıyor. Çok geçmeden bir genç adam beliriyor yanında
Dönüp bakıyorum, sonra dönüp tekrar bakıyorum.
İnsan bir bakışta ne görebilir ki?
Görüyorum, sahi görüyor muyum?
Sen ey! Kimsin?
Sabahın aydınlığı kadar aydınlık düştün gözlerime…
Yabancısı olmadığım bir dilde içeriye davet ediliyorum. Büyük bir gülümseme, edep ve nezaket eşliğinde.
Bana beni anlatırcasına, bana özümü hatırlatırcasına… Unutmaya yüz tuttuğum adımı -ki aylardan Eylüldü- bana en derinden yaşatmak istercesine. Susuyor bugüne dek tüm konuştuklarım.
Tek ses, tek cümle; “Ey an! Dur geçme, ne kadar güzelsin!”
***
Geniş ve mütevazı bir salonda ihtiyarı beklemeye başlıyorum. İçim tedirgin. Onu kötü bulmaktan korkuyorum tıpkı kaybetmekten korktuğum gibi. Annemin beni bırakıp gittiği soğuk kış günü kadar sancılı, bir o kadar yalnız. Çok geçmeden ihtiyar bilge giriyor büyük salon kapısından içeri.
Beli bükülmüş anılarından. Yaşı büyümüş, büyümüş… Sahici bir aksakallı delikanlıya dönmüş. Gelip, yanı başımda alıyor yerini. Gözlerimin ta içine bakıyor. Annenim gözlerini ararcasına, bende ondan bir şeyler bulmak istercesine…
Canımız yanıyor, büyükçe. Uzun bir süre susuyoruz öylece. Ki kelimeler gelmiyor yan yana. Başlamak istorum bir yerinden konuşmaya, beceremiyorum. İçimdeki gevezeyle çekişip duruyoruz. Tabii o her şeyi çok iyi biliyor yaa hı hı… Konuş diyor durmadan, ben yapamıyorum. İhtiyarsa çoktan susmaya vermiş kendini. Belli ki onun içindeki geveze ona susmayı öğütlemiş. Sonra başlıyoruz yavaştan. Ben annem deyip söze başlıyorum, ihtiyar sen deyip devam ediyor. Anlıyorum ki ben, evet evet ben annemden kalma bir aşkı yaşıyorum içindeki yaşımla.
İhtiyar bilgeyle saatler süren konuşmalarımız, birbirimize olan deli özlemimiz, hiç bitmeyen anlatacaklarımız… “Meğer ne çok özlemişim seni küçük kız” diyor en sancılı yerinden geçmişin. “Ne çok büyümüşsün ihtiyar” diyorum içimden. Bana öğreteceklerin bitmemişken çok büyümüşsün, ürkütecek kadar beni ve yaşlandıracak kadar dizelerimi…
Ve gitmek vakti geliyor, yarın yeniden buluşmak üzere. Bilgenin tüm ısrarlarına rağmen orada kalmak istemeyişimi, bir sonraki gün erkenden onu yeniden görmeye geleceğimi anlatıyorum kendi dilimde.
Kalacağım otele, adını sormaya haddim olmadığını düşündüğüm genç bırakıyor beni. Sonra huzurlu bir gülücük bırakıp ceplerime el sallıyor. Bana kendine dikkat et diyor kendi dilinde ve tanımaya başlıyorum bu genç adamı. Anlamadığım dilden bir ayrılıkla ayrılıyoruz.
Otel odamın penceresinden uzun bir süre şehri seyre dalıyorum. Bir şehir kaç medeniyete ev sahipliği yapabilir ki en fazla? Hayretler içinde bakıyorum karşı tepelere. İki metrelik pencereye kaç şehir sığar ki? Sahi eski bir şehir. Şehri tam ortasından ikiye ayıran uzun bir nehir ve onu etrafında yerini almış beton yığını.
Günün yorgunluğu gözlerimden dökülüyor.
Bir anne özlemi.
Bugün annemi kaybedişimin ilk günü gibi. İhtiyarla bütün bunları konuştukça yeniden yaşadım olanları. Sanki annemi toprağa vermişimde ellerim kirli kalmış gibi. Sahi bilge ihtiyar, daha da büyüttün beni!
İyi bir uyku çekiyorum sabaha dek. Uyanır uyanmaz yazıyorum bir bir sevgili bilgeyi. Konuşan adam aksakallı bir delikanlı olsa da, bilgenin artık sahiden çok büyüdüğünü(!) yazıyorum. Yanındaki genç adamı, eski, çok eski olan bu şehri…
Yazacaklarım tüketmeden beni kalkmak zorundaymışım gibi bir his. Ki haklı olmalı. İçimdeki gevezeye hak verip kalkıyorum yazdıklarımın başından. Sıkıştırıyorum olan olmayan ne varsa iki kapak arasına, iki kapağıysa sırt çantama.
Kendime zaman tanımalıymışım öyle diyor bu kez içimdeki. Önce şehri görmeliymişim çıplak gözle. Kimin şehriymiş bilmeliymişim. Ki biliyorum çok geçmeden.
Hazırlanıp odayı terk etmem çok vakit almıyor. Bırakıyorum kendimi bu dipsiz şehrin sokaklarına.
Ne çok insan var, ne çok acı, ne çok yorgunluk, ne çok yüksek bina, kızlarının ellerini tutmuş anneler, annemin beni terk ettiği yaşta hemde…
Kafamda otele döner dönmez bunları nasıl yazacağımın planına başlıyorum istemsizce. Böyle anlarda hep sıkıntılı olurum. Bi’ sus ya bi’ sus! İnsanları izle, yüksek binaları yapanlara küfret! Hiç tanımadığın şu yabancı suratlara bir bak. Ne görüyorsun? Hatta içinden gelerek gülümse onlara. Gir bir alış veriş merkezine. Hiçbir şeyin yokmuşçasına göz gezdir etrafa hoyratça! İhtiyacın olmadığı halde bir kazak al mesela. Sadece anı yaşa, şimdiden gördüğün her şeyi yazmanın derdine düşme. Kelem zaten sende. Ne bu telaş, kime?
Saatler süren şehri keşfimin ardından ihtiyar bilgenin beni beklediğini anımsayarak kızmaya başlıyorum kendime. Kısa bir karışıklığın ardından soluğu ihtiyarın evinin önünde alıyorum.
Ve yeniden bilgenin yanındayım, yeniden konuşuyoruz bıkıp usanmadan. Annemi, babamı, iki gün önce bırakıp geldiğim şehri. Bilge acı çekiyor, anlattığım her şey canını biraz daha yakıyor. “Annen!” diyor. Önce ben susuyorum sonra kendisi. Sahi annem! Gözlerimin taa içinde bir sancı, buz gibi, toprak kokusu gibi. -Hoş onu da bilmiyorum ya.- Ki bilge de biliyor bu toprak kokusunu annemden yana. “Elimde büyüdü, içimin içiydi o. Gözümün nuru. Babasından emanet! Deden ailesini bırakıp gitmek zorunda kaldığı vakit söz vermiştim ona. ‘Senin kızın benim de kızım. Biliyorsun ki hiç çocuğum olmadı, belki kızına nasıl bakacağım, onu senin kadar iyi yetiştirebileceğim konusunda tereddütler yaşıyorsun. Bil ki Allah bir kız çocuğu nasip etseydi şu konuştuğun adama, en az senin kadar iyi bakacaktı kızına. Bil ki bir kızım olsa ancak bu kadar sevebilirdim ve ancak bu kadar iyi bakacağıma dair söz verirdim Allah’a, kızın önce Allah’a sonra bana emanet. Gözün arkada kalmasın can!” demiş. Bunları yıllar sonra ihtiyar bilgeden duymak… Dedem Ahmet Cevdet Efendi annemi bırakıp gittiğinde; annem küçük bir kız çocuğuymuş annesini gözlerinde özleyen. Tıpkı benim gibi. Tıpkı annem beni bırakıp gittiği günkü gibi…
Susuyoruz ihtiyarla, konuşulacak çok şey var, lakin dayanacak çok az zaman. Devam etmiyor ihtiyar. Bende devam etmeyi gereksiz buluyorum.
***
Bugün şehre daha bir alıştığımı fark ediyorum ve dahi bu eve. Akşamüstüne doğru bilgeyi dinlenmesi için odasına çıkmaya ikna ediyoruz. Evin arka bahçesinde saklı kalmış bir avlu keşfediyorum kendime. Oturur oturmaz yeniden yazmak için fırsat kolluyorum. Bu, üzerine bıçakla yazılar kazınmış sandalye ne iyi geliyor yazacaklarım için.
Çakırkeyif bir kimsesizlik duygusu en derinden.
Elinde iki kahve ile genç adam yanıma geliyor. Sohbet etmeye başlıyoruz. Anlaşma çabalarındayız karşılıklı. Saatler süren benim İngilizce onunsa Türkçe konuşma çabalarımız… Neden sonra defterim ilgisini çekiyor, kendi dilince izin istiyor. Gülümseyerek uzatıyorum. Büyük bir galibiyet kazanmışçasına anılarıma sarılıyor sayfa sayfa. Birçoğundan bir şey anlamıyor. Ben öyle sanıyorum en azından. Yazı tipim ona yetiyormuş bunu sonradan öğreniyorum. Hangi ruh halinde nasıl yazmışsam artık? Ve en son bir önceki güne gelip duruyor. Önce tarihe dokunuyor, gülümsüyor, incitmek istemezmiş gibi en taze anılarımı/zı, gözlerime bakıyor. Haddimce adını soruyorum. “Stephan” diyor, Stephan… Adını aklıma kazırcasına, “Yabancısın muhacir kızı” dercesine. Sen mi bana, ben mi sana? Sen mi muhacir, ben mi ensar çakır oğlan?
Günler geçiyor, yanımdaki yeri büyüyor, nitekim tanımaya başlıyorum genç oğlanın duygularını ve fakat ondaki yerimi…
Bilge artık otelde kalmama izin vermiyor her gidişimde surat asıyor. Yıpranıyor. Tıpkı annemin onu bırakıp da soğuk bir toprak parçasına emanet ettiği vakit ki gibi bedenini.
Bir gece yine yorgun bir zihinle otele dönüyorum. Hemen uyumak istiyordum zira zihnim taşıyacak gibi değil beni. Resepsiyondan bir zarf tutuşturuyorlar, adıma gelmiş. Şaşkın bir ifadeyle sahipleniyorum. Bir mektup! “Bir zarfı açmak kadar kalbi titreten ne vardır? Zarf mahremiyettir mahrem olmasa da satırlar.” Bu babamdan. Dilini bildiklerimden. Benim gibi hani, İstanbul misali. Odama nasıl çıktığımı bilemiyorum. Köşeme çekilip bir fincan kahve ısmarlayarak kendime annemin ellerinden tutuyorum ve dokunuyorum babamın satırlarına. Babam, bir baba gibi yaralı ve sancılı.
Unutulmayanlar unutturmadıklarıydıki bana!
Yaşamalı mıydı şimdi, unutturmalı mı inadına?
Okudukça canım yanıyor. Ve şimdi bir hakikatim var; yalanlanmasını böylesine arzu ettiğim…
Geçen zaman beni bu şehre müptela ediyor. Yaşım ilerledikçe büyüyorum. Defterlerim gibi. Günlerim bilgenin yanında geçiyor. Bana sürekli annemi, babamı, İstanbul’u soruyor. Bendekileri… Hiç ara vermeden konuşuyoruz, defterler dolusu notlar alıyorum. Bilge geldiğim zaman ki gibi değil artık. Hiç değil. Bunu çok bariz görebiliyorum/z
Stephan’a sürekli babamı anlatıyor, babamla olan kadim dostluklarını, İstanbul’a geldiğinde herkes sırt çevirdiği vakit, babamın onu evde gizlediği zamanları, annemin o müthiş sabrını ve beni. Uzun uzun, yalvarırcasına, gözlerime bakıp anlamadığım lehçeleri de araya katarak konuşuyor. Sonları yaşıyoruz gibi. En sonları… hikaye bitmek üzere gibi…
Geniş avludaki masada çalışmaya dalmışken yanıma geliyor sık sık Stephan. Yalnız kalmamam için ne gerekiyorsa yapıyor. Destek olma çabalarında. En az benim ona olmaya çalıştığım kadar. Birbirimize ihtiyacımız var çünkü şu an. Ve tutunduğumuz kişi bilge. İkimizin de dile getiremediği, ama aklından çıkaramadığı tek soru var. “Ya bilge… !? “
Bilge iyice kötüleşiyor. Tüm vaktimi onunla geçirmeye çalışıyorum. Stephan bir an olsun yanından ayrılmıyor. Bilge son sözleriymiş gibi en baştan başlıyor konuşmaya her seferinde. Yaşamak diyor, hayat diyor, sevinç, aşk, ölüm, keder, sancı, birikenler ve fakat birikemeyenler… diyor.
Kelimeler bir aşkta tıkanıyor bir de ölümde. Siz söyleyin diyor. Dua hangisine daha çok yakışıyor?
Sahi dua aşka da yakışır mı ölüme yakıştığı gibi muhterem bilge?
Zaman ağırlaşıyor boynumda bir değirmen taşı gibi.
“Her şey olması gereken zamanda olur”muş. Öyle diyor bilge.
Stephan…
Ne yanımdan ayrılıyor, ne acımı başıboş bırakıyor. Tutsam ellerini aşk diyecek, diyemiyor. Benim dilimde aşk nasıl öğretilir bir yabancıya?
Öğretilmez,
Öğretilmemeli.
Stephan’ının dili dönmüyor. Aşka mı uzak kalmış? Bana mı yakışmıyor?
Birden bire, hiç anlayamadığım bir yerde içimin öbür yarısı olup çıkıyor.
Yazmak istiyorum onu satır satır.
Bu nasıl meret!
Yazılmıyor!
Yarını istiyorum bugünü yaratandan, yarımın yarınını.
İki satır düşüyor avucumun içine.
“Biraz yaklaşabilir misiniz satırlarıma bayım? Kelimeler sığmıyor da avucunuz için yarına”.
Uyuyorum, uyanıyorum.
Annemi özlüyorum, şehrimi.
Aksakallı genç delikanlıyı ve Stephan’ı.
Düşlerim ürkütücü.
Bir sabah, yakınca bir sabah, bilge olmayacak diyor!..
Yine bir gün bahçedeki sedirde uyuyakalmışım. Sayıklamış olmalıyım, nefes nefese uyandığımda Stephen söylediklerimi tekrar ediyor, hayretler içinde bana bakıyordu. “Bir düşte kaç insan yaşardı? Bir şehre kaç aşk sığardı en yabancı dillisinden? Ve şehirler yalan söyler miydi? Söz konusu ölüm ve aşk tek cümlede geçerken?
Stephan…
Anlatıyor bana öyküsünü, eli kalem tutan bir oğlan olduğunu, en az benim kadar çabuk büyüdüğünü, çok yaşamadan çok yaşlandığını…
Zamanında bilge onun ellerinden tutmuş, gelmişler İstanbul’a.
Stephan yazmış, yazmış da canını kata kata kalemine… Aşkı, aşkından İstanbul’u, vagonları, yaşlı kadınları, vapurları, yolları, şiirleri, hiç bitmeyen hikayeleri…
Yazmış zamanında; İstanbul’u, Boğaziçi’ni, Haliç’i, kahverengiyi…
Ve bir sonbahar sabahı uyandığımızda, bilge soğuk bir yığın halinde kendisini bulmamızı bekliyor. Bir çığlık ilkin bu eskiyesice şehirde!
“Anne!” diyorum önce, usulca diz çöküp.
“Peki, ihtiyar sende git.” diyorum sessizce.”
Ölmenin tanıdık olmayan bir sesi varmış bunu öğreniyorum ustaca.
Her tecrübede yeniden, yineden.
İnatla yabancıdır ölüm sahibine.
Bitmedi mi gidenler?
Sıradaki cenaze arabasındaki kim?
Gitmeden bilge soğuk toprağa, eğilip kulağına fısıldıyorum. “İhtiyar! Dua bugün en çok sana yakışıyor, giyinmişsin en güzel giysini, oysa benimkiler bana küçük geliyor…”
İnce ince inciniyorum, yabancısı olduğum bu şehirde.
Uzun sessizliklerimiz başlıyor Stephan’la. Konuşmayışlarımız, susuşlarımız, evin her köşesindeki bilgeyle yalnız kalışlarımız.
Böyle zamanlarda herkes, en çok kendinin hakkı olduğunu sanır ölüye. Oysa en çok hakkı olan, ölenin kendisidir yine.
Herkes kendine kalır ya hani, hakkıdır onun giden, onunla yaşamıştır, onunla ölmüştür. Ölmüş müdür? !!! Sahi inanılmayan tek gerçek vardı o vakit, o sükûnet dolu evde. Ölmüş müydü bilge. Geri gelecek miydi, biz miydik peşinden koşturacak olan; bize en küçük gelen elbiselerimizle..
İçimizde bir sızı vardı bizi sessizliğin sesine doyduran.
“Görüyoruz ki mekân değildi önemli olan, zamandı. Ve lakin o da değildi, eylemdi önemli olan. Ve dahi o da değildi. Kalp olmadıkça…”
Öyleydi ya…
Stephan’la iyiden iyiye uzaklaşmıştık. Günlerce konuşmadığımız, bir birimizi görmediğimiz oluyordu. Özlemeyi özlediğim sayılı günlerdendi. Ki bilsin istiyordum artık Stephen. Gidiyordum, geldiğim yere. Valizimi toplar gibi hızlıca çıkıp gideceğim güne. Günlüğümü yazdığım kadar kendime kalırcasına. Anneme gider bir heyecan, bir huzur yeniden dilimde…
Bu serseri şehre prim vermiyorum!
Kimse tutamamalı beni burada.
Buraya bilge için geldiysem, dönüşüm onsuzluktan olmalı.
Bir başkasının varlığımdan kime ne!?
***
Esmer bir akşamdı, avluda oturuyorduk onunla. Konuşmaya başlamadan ben, tükendi söyleyeceklerim. Tekrar denedim, tekrar ve tekrar. Bu konuşamadığım adam bir zamanlar sohbetlere dalıp geceleri su gibi birlikte akıttığım adam mıydı?
“Şimdi bir şeysin benim için Stephan; varsın…” Dedim kendi dilimde. İlk kez böylesine ciddi, böylesine aynadaki aksine doyamadan kalkmış da gelmiş gibi baktı gözlerime.
Hemen yarın dedim, gidiyorum işte, geldiğim yere.
“Birbirimizle içimizden konuştuk, ben onunla içimden konuştum, birbirimize bakamadan suya baktık. O feci konuşmamayı dağıtmanın tek yolu vardı.” kalkıp gitmek.
Öyle yaptım.
Ve yeniden her şeyimle gidiyordum, yeni bir vagon, yeni bir ayrılık, sessiz harfli bu defa. Valizime günlüklerimi doldururken eski bir defter ilişti gözüme. Ne de tanıdık geliyordu, daha dün gibi, bir gidiş, kapıdan bacadan…
10.09.2010
Sevgili günlük,
Bugün yazdıklarım canımı acıtmasın istedim, dokundum kaleme, kokladım kâğıdı. Derinden bir sancının eşiğindeydim yine.
Tuttu, sardı bedenimi.
İçten içe kızdım kendime, anneme, şehre…
Düştü iki satır şairin dilinden defterime;
“Hadi bitsin artık! Bitsinde biz işimize bakalım.” A.c.z
Ve dayanamadım yine, anımsadım bir şeyler;
Ne çok acı var…
Dışarıda şehir çığlık çığlığa, biz içeride sabun köpüğüyle oynuyoruz, olacak iş değil!
Bilmiyorum ki ne anlatayım?
Şehre olan kızgınlığımı mı?
‘Düzen’ denen meretin düzensizliklerini mi?
Birikenleri mi, hiç birikmeden silinenleri mi?
Annemi mi?
Adını ağzıma yakıştıramadığım, şehrimin kötü kadınları ve diğerleri bu gece günlüğüme, inatla yazılmayı beklediler benden…
Ya, bunlara hiç girmemeli sadece saklı kalmış bir hikâyeyi mi yazmalıyım?
Mide ağrılarıma eklenen çocukluk anılarım, ansızın gidişlerim, gidemeyişlerim, geri dönüşlerim…
Yabancısı olduğum şehirler, kafamı kaldırdığımda başka bir gökyüzü görmekten korktuğum günler…
MÜSLİME YAZÇİÇEK